KUTLU YOLCULUK VE İKİ FOTOĞRAFIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ - Oktay Chkotua


KUTLU YOLCULUK VE İKİ FOTOĞRAFIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ - Oktay Chkotua

30 YIL ÖNCE BU GÜN BAŞLAYAN O KUTLU YOLCULUK VE

İKİ FOTOĞRAFIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ...

İki fotoğrafı da eminim çok görmüşsünüzdür, ilki en çok sevdiğim tarihi fotoğrafların başında gelir, çalışma odamda tam karşımda duran ve gün içinde defalarca kez bakıp üzerinde düşündüğüm ve çok değişik duygular yaşadığım, sanki geçmişin derinliklerinden süzülerek günümüze ışınlanan ve gözümüzün içine bakarak bizlere bir şeyler anlatmaya çalışan olağanüstü bir fotoğraftır.

Herkes farklı şekilde yorumlar. Nerede, nasıl, ne zaman ve kim tarafından çekildiğine dair türlü rivayetler var. Bütün bunlar gibi fotoğraftakilerin akıbetleri de belli değil… Bugün artık geri dönüşü olmayan karanlık bir yolda sessizce yok olup gittiklerini biliyoruz o kadar.

Şöyle bir bakınca, sadece kıyafetlerinden bile nasıl amansız bir mücadelenin içinden geldikleri açıkça belli oluyor. Yüzlerindeki ifadeler yorgun, umutsuz, endişe ve hatta öfke dolu, ama her an savaşa hazır, zira eller tetikte.

Bilemiyorum, belki de bana öyle geliyor.

Resimdekilerin tamamı büyük bir ihtimalle daha önce hiç bilmedikleri, hatta adını bile duymadıkları coğrafyalarda vatan hasretiyle kaybolup gittiler. Kim bilir? Belki de o yeni topraklarda başkaları için can verdiler.

Zaten en iyi bildiğimiz şey değil mi, hep başkaları için can vermek!

İlk resimdekilerin önü karanlıktı, uçurumdu, yok oluşa giden, dönüşü olmayan bir yoldu. Gittiler ve o karanlıklarda kayboldular.

İkinci resim ise bambaşka. 150 yıl sonra, işte o sürgün coğrafyalarında yitip gidenlerin ardından, onların yok oluşa doğru gittikleri o karanlık yoldan geri dönerek anavatanlarının imdadına koşan 33 genç.

Zümrüd-ü Anka kuşu gibi her defasında küllerinden yeniden doğan ulusumuzun yiğit evlatları.

Onlar, her türlü zorluğa, sıkıntıya, söylentiye ve aşılmaz zannedilen engellere rağmen, nereye ve niçin gittiklerini çok iyi biliyorlardı. İlk resimdekinin aksine, umut, heyecan ve enerji doluydular. Bu yüzden kendilerini vazgeçirmek için bilinçli ya da bilinçsiz, önlerine konan tüm engellerin üstesinden gelip, 30 yıl önce bu gün, 24 Ağustos 1992 tarihinde Adapazarı “Eski Garaj” önünde çıktıkları kutlu yolculuklarını 25 Ağustos günü, yani savaşın başlamasından sadece 11 gün sonra ve tarihin de cilvesine bakın ki, hem Abhazya Yüksek Sovyeti tarafından kabul edilen “Abhazya Bağımsızlık Deklarasyonu” nun 2. yıldönümünde, hem de Gia Karkaraşvili denilen o soysuz işgal kuvvetleri komutanının Abhazya televizyonuna çıkıp, salyalarını da akıtarak, “100.000 Gürcüyü feda etme pahasına da olsa 97.000 Abhazı yok edeceğiz!” hezeyanını savurduğu bir günün sabahında Abhazya’nın Gudauta kentinde noktaladılar. Arkalarında tek oğlunu savaşa uğurlamak için garajlara kadar gelen Mustafa Vurdum gibi bir babayı, “Bugün gitmezse, ya ne zaman gidecek?” diyebilen Suna Khetsiyapha gibi bir anneyi ve daha nicelerini bırakarak.

Bu iki resmi yan yana hiç düşünmemiş ve birlikte değerlendirmemiştim. Kısa bir süre önce aklıma 25 Ağustos’la ilgili birkaç satır yazma fikri düştüğünde tam karşımda asılı duran o tarihi resme bakarken bu fikir oluştu. Birkaç gün sonra da telefonla konuştuğum değerli kardeşim Ünal Gurguliya aynı konudan bahsedip, “Bu iki resimle ilgili bir kolaj çalışması yapmak istiyorum, hatta bir de dörtlük yazabilirsem ne ala...” dediğinde, “Olursa bu kadar rastlantı olur!” dedim ve daha bir şevkle kaleme sarıldım.

İkinci resimde yer alanlar, her zaman söylüyorum şimdi de ifade edeyim, hiç abartısız, diasporaya anavatan yolunu ebediyen ve ardına kadar açanlardır. Eğer onlar, o ilk adımı atma cesareti gösteremeseydiler, ardından ne savaşa gelebilen olurdu ne de savaştan sonra bir tek kişinin bile anavatana gelmeye yüzü.

Bu yüzden onlara yüz akımız diyorum, onların her biri bizim ulusal gururumuz.

Savaş arifesi günlerinde Ardzınba’nın “Savaş başladığında diasporadan ilk etapta kaç kişi gelir?” sorusuna fazla düşünme fırsatım da olmadığı için gayri ihtiyari “50” demiş, o da “Bu bizim için yeterli!” diye yumruğunu masaya vurmuştu. Sonraları çok daha iyi anladım onun neden “Bu bizim için yeterli” diye sevindiğini. Zira o ilk adım atılırsa, o ilk öncüler, o ilk atlılar, sihirli bir anahtar olup yıllarca pas tutmuş olan o köhne kapının kilidini açarsa, arkasının sel gibi geleceğini iyi biliyordu.

Zaten büyük şairimiz Bagrat Şinkuba’da yıllar öncesinden sanki bu tarihi adıma işaret etmemiş miydi? Onun “Şiş nani” ya da diğer bir söylenişle “Sürgünzedelerin ninnisi” adlı şiirinin önemli bir kısmı bir bakıma bugün yaşadıklarımızı işaret etmiyor muydu?

“Büyüyünce yar denizi

Geçip de gel, bul evini

Sarmaşıklı arxnışnanı

Kurtarıp yak ateşini

Tozlu paslı bir köşede

Seni bekliyor kılıcın

İndir onu, al eline

Sana yeter o cephede

Şişi nani, şişi nani

Uyu yavrum, aah! bebeğim

Annen, baban, nerede, hani?

Deniz bağrında meleğim.

Kılıcını bağrına bas

Şan aldığı ataların

Yiğitsin sen! Geç önüne

Yurt için savaşanların!

Şişi nani, şişi nani

Uyu yavrum, aah! bebeğim

Annen, baban, nerede, hani?

Deniz bağrında meleğim...”

Aynen de öyle oldu. Bir buçuk asır sonra adeta karanlıkların içinden çıkarcasına, ellerinde tarihi Abhaz Krallığı’nın el bayrağı, tam da şiirdeki gibi denizi yarıp, dünyanın dört bir köşesinden anavatanlarına geldiler ve buradaki kardeşleriyle birlikte, kan dökerek, can vererek o muhteşem zaferi kucakladılar.

Bugün o resimdekilerin birçoğu hala anavatandaki mücadelelerini sürdürüyor, ekonomide, eğitimde, kültürde, siyasette. Kısacası hayatın her alanında Abhazya’nın ve Abhaz halkının geleceğini inşa ediyorlar.

Aralarında bulunmuyor olsaydım eğer, 33 kişilik o ilk gönüllü grubuyla ilgili çok daha farklı ifadeler kullanır, çok daha kapsamlı bir yazı yazardım. Ama gurur ve kibirden Allah’a sığınırım. Zaten yakışmazdı da, zira bir Abhaz atasözünde ifade edildiği gibi “Yıtüanı yırımbaz dgılanı yıçıdyırbon!” durumu söz konusu olurdu. Ancak hiç çekinmeden ifade edeyim, çok daha doğru olanı, onlarla ilgili yazılması gerekenlerin toplumumuzun eli kalem tutan aydınları tarafından yazılması ve ağzı laf yapan büyükleri tarafından söylenmesiydi. Olmadı... Çünkü ne yazık ki son zamanlarda herkes, kendi eksikliğini bir başkasının yaptığı güzelliği yok ederek kapatma derdinde. Halbuki bu konuda toplumumuz üzerine düşeni yaptı zaten, yani kimsenin kendinde bir eksiklik hissetmesine hiç gerek yok. Sadece bir adım öne çıkanları, (kendilerinin bu konuda herhangi bir beklentileri olmasa bile) bize yakışır şekilde onurlandırmayı bilsek, yeter de artar bile. Dediğim gibi, herkes görevini yaptı, kimileri askeri alanda, kimileri ise başka başka cephelerde…

Savaş sonrası Türkiye ziyaretlerimden birinde rahmetli amcamın eşi Bazha ciciannemle konuşurken konu ister istemez Abhazya’ya gelmiş, “Yavrum, sen o savaşın sadece silahla mı kazanıldığını sanıyorsun? Ben o savaş boyunca, bir tek gece bile, gözyaşları içinde milletimi kurtarması için Allah’a dua etmeden başımı yastığa koymadım, bunların hiç mi etkisi olmadı acaba?” diye sorup yaşadıklarını ağzından kaçırınca, tüylerim diken diken olmuş ve şimdi burada yer almayan üçüncü bir resmi, yani büyük resmi fark edebilmiştim. Ben, Bazha ciciannemin o sıralar sadece Kur’an okuyup namaz kılmak dışında herhangi bir şeyle ilgileneceğini ve hele hele Abhazya için sabahlara kadar gözyaşı döküp dua edeceğini asla tahmin edemezdim. Demek ki daha kimler kimler varmış onun gibi ve kaç cephede mücadele veriliyormuş…

Sonuç olarak, ilk resimdekilerden geriye, maalesef bir tek o resim kaldı gibi görünüyor. Ya da Gurguliya Ünal kardeşimin şairane sezileriyle ifade ettiği gibi onlara da haksızlık etmeyelim, belki de ikinci fotoğrafta kahramanlaşan evlatları, yaban topraklarda filizlensinler diyerek sürgün denen o büyük acıya göğüs germekle mücadele etmişlerdi.

İkinci resimdekilerden geriye ise, dünyayı hayran bırakan parlak bir zafer ve aydınlık geleceğimize uzanan sapasağlam bir köprü kaldı.

Bilinmezliğin içinden gelerek halkımızın geleceğine uzanan bu köprünün, tarihsel bir fırsat olarak ulusumuzu sonsuza kadar taşıyacağına inanıyorum.

Bu tarihi yolculuğun 30. yıldönümünde aralarında bulunma gururunu yaşadığım 33 kişilik o ilk gönüllü grubuna ve onların ardından cepheye koşan tüm diyaspora kahramanlarımıza sevgi ve saygıyla...

Alfabetik sırayla; Abağba Bahadır, Agırba Rıdvan, Agırba Hicabi, Akoyba Ahmet, Argun Arda, Argun Nejat, Argun Zafer, Agumaa Sinan, Açlaxua Erhan, Açüzba Zülfü, Aşuba Ali, Atarba Gürbüz, Ayüdzba Tuncer, Barçın Ahmet, Cergeniya Coşkun, Cokua Özcan, Cokua Muzaffer, Çkotua Oktay, Gabliya Muhammed, Gogua Soner, İnapşba Mustafa, Kaytuka Muharrem, Kucba Okan, Kucba Necmi, Kuadzba Vedat, Kilba Burhan, Lazariya Ercüment, Sijaje Mehmet, Thastıkua Aslan, Trako Aydın, Tsıba Efkan, Yaşba Şamil ve Wardım Ufuk

GÖLGE

Tarihin gayyasına tutunmuş bu fotoğraf

Zamanın ezberine sanki mağlup olmamış

Ne hayat ne de nefes yoksa canlı mı? Tuhaf!

Özlediği yurduna tomurcuklar saklamış

Her çınar bir tohumla sevdalanır toprağa

Unutmaz ki vatanı sürgünlerde her nesil

Yurdumda gözü olan adı malum alçağa

Kardeşler bir omuzda diyecek ey sefil!

Dalgalansın bayrağım haykırıp ismimizi

Suya akseden güneş unutma gölgemizi.

 

Ünal Akbulut Gurgulia

Video Galeri

Fotoğraf Galerisi

Biyografiler

img25

Ömer Büyüka -Beygua-

img25

Papapha Mahinur Tuna

img25

Oktay Chkotua

img25

Fazıl İskender